27 Nisan 2024
PUSULA EĞİTİM KÜLTÜR SANAT VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ

2.3.Milat: Aksa Tufanı Sonrası Mesuliyetlerimiz

Milat: Aksa Tufanı Sonrası Mesuliyetlerimiz / Mustafa Yavuz KAVZAN

GİRİŞ

HAMAS’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonu, pek çok bakımdan büyük sürpriz ve aynı zamanda hem Filistin-İsrail sorunu hem de bölgesel gelişmeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. Bugün önce HAMAS’ın operasyonunun ne anlama geldiği ve nasıl gerçekleştiği ile ilgili kısaca bilgi vereceğim. Daha sonra ise bu saldırının Filistin-İsrail sorunundaki etkileri üzerinde durulacaktır.

1. 7 EKİM AKSA TUFANI NEDEN YAPILDI?

Öncelikle, HAMAS’ın İsrail’e yönelik bu operasyonu, son gelişmeler silsilesini başlatan olay olmadığını ifade etmek lazım. HAMAS’ın yönetmeye çalıştığı Gazze Şeridi, Birleşmiş Milletler kararlarına ve uluslararası hukuk ilkelerine göre, 1967’den beri İsrail’in işgali altında bulunan Filistin toprağıdır. Ancak, 2006’dan beri sürekli bir şekilde İsrail’in doğrudan ve dolaylı saldırılarına maruz kalmaktadır. İsrail yönetimi, Gazze Uluslararası Havalimanı dahil Gazze’nin bütün hava, deniz ve kara bağlantılarını keserek, dünyadan tecrit etti. İnsanların ve malların dolaşımına engel olarak, bölgeyi bir açık hava hapishanesine dönüştürdü.

İsrail yönetimi uzun süredir, Gazze halkını ağır yaptırımlara maruz bırakarak cezalandırmakta, Filistin halkının geneline ve özellikle Gazze’deki halka yönelik kapsamlı ve sistematik bir yıpratma savaşı sürdürmektedir. Bilhassa Arap isyanları ve devrimleri sürecinden sonraki dönemde, Filistin halkına ve topraklarına yönelik daha çok tek yanlı politikalar geliştirdi. Arap milliyetçiliğinin taşıyıcısı olan görece daha güçlü rejimlerin yıkılmasıyla birlikte, “Filistin davası”, Arap dünyasındaki anlamını ve önemini yitirdi. İsrail, tarihindeki en rahat dönemlerinden birini yaşadı.

Ancak, İsrail yönetimi bu zaman diliminde ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek şöyle dursun; tam aksine bu zaman diliminde ortaya çıkan güç boşluğunu istismar ederek, Filistin-İsrail sorununu daha da çözülemez hale getirdi. ABD hükümetinin de desteğini arkasına alarak istediği şartları bölge devletlerine empoze etti ve kendi şartlarına uyanlarla ilişkilerini normalleştirme yoluna gitti. Özellikle Trump yönetimi döneminde, ABD’nin himayesinde geliştirilen sözde “asrın antlaşması” ve bazı Arap devletleriyle imzalanan “İbrahim Antlaşmaları”, bu tek yanlı sürecin önemli gelişmeleri olarak kayda geçtiler. Doğal olarak “karşı taraf” ile yürütülen gerçek müzakerelerin sonucunda değil, İsrail ile ABD’nin menfaatlerinin temsil edildiği yarıda kalmış tek yanlı projeler olarak kaldılar.

Yakın dönemde yaşanan güç boşluğu döneminde, dünyanın başka yerlerinden Filistin’e getirilip, Filistinlilerin evlerine ve topraklarına yerleştirilen işgalci akımı, Filistinlilerin günlük bazdaki insan ve toprak kaybı, yoğunlaşan insan hakları ihlalleri ve Filistin halkına yönelik baskılar, 7 Ekim’deki “patlama”ya yol açtı. Diğer bir ifadeyle, İsrail’in Filistin halkına yönelik insansızlaştırma, topraksızlaştırma ve devletsizleştirme politikalarının bütün hızıyla devam etmesi, HAMAS’ın son operasyonunun temel nedenleri olarak gösterilebilir. Bütün bu yerel ve bölgesel gelişmeler, Ortadoğu’daki güç dengesini derinden sarstı.

2. GÜÇ ZEHİRLENMESİ YAŞAYAN İSRAİL’İN BALONU NASIL SÖNDÜ?

Öncelikle, bu kadar geniş ölçekli bir saldırı ancak uzun süreli bir planlama ve stratejinin ürünü olabilir. Öyle anlaşılıyor ki HAMAS uzun süredir bu tür bir operasyon üzerinde çalışmaktaydı.

İkinci olarak, anlaşılıyor ki İsrail farklı nedenlerle, HAMAS’ın gücünü hafife almıştır. İsrail’in düşüncesine göre, Arap isyanları sonrası dönemde, Filistinlilere yardım edecek Arap devleti kalmamıştı. Diğer taraftan, Filistin davasına gönül veren Arap dünyasındaki hemen tüm aktörler ve hareketler, Arap rejimleri tarafından bastırılmış durumdaydı. İlaveten, İsrail yönetimi bütün Gazze’nin etrafına yüksek bir güvenlik duvarı da örmüş ve dünyadan soyutlamıştı. Son saldırı, İsrail’in yanlış hesap yaptığını gösterdi.

Üçüncü olarak, “el-Aksa Tufanı” adı verilen bu saldırı, tarih boyunca İsrail’e karşı gerçekleştirilen en büyük ve etkili saldırı oldu. HAMAS ve diğer Filistinli aktörlerin güçlerini ve caydırıcılıklarını gösteren bu operasyon, İsrail’in yenilmezlik, dokunulmazlık efsanesini yerle yeksan ederek İsrail’e tarihindeki en büyük askeri, siyasi ve psikolojik hasarı verdi.

Dördüncüsü, son operasyon ile birlikte İsrail ile ABD’nin birlikte ve ayrı ayrı attığı tek yanlı adımların, Filistin topraklarındaki sorunları çözemeyeceği anlaşıldı. “Karşı taraf”ın endişelerini ve beklentilerini de dikkate almaları gerektiğini öğrenmişlerdir. Mesela, ABD’nin birleşik Kudüs şehrinin İsrail’in başkenti olduğunu ve İsrail’in 1967’den beri işgal altında tuttuğu Suriye toprağı olan Golan Tepelerinin ilhak kararını tanıdığını ilan etmesi, BM’nin ilgili kararlarına, uluslararası normlara ve uluslararası hukuk ilkelerine aykırıdır. İki ülke de uluslararası hukukun temel ilkelerini ihlal ederken, uluslararası kamuoyunun kahir ekseriyetini kendine yabancılaştırıyor ve kendinden uzaklaştırıyor.

3. BATILI DEĞERLERİN ÇÖKÜŞÜ & İNSANLIĞIN VİCDANI SOKAKLARDA AYAKTA

Öncelikle, Filistin-İsrail sorunundaki dengeler değişti. Filistinli aktörlerin vurucu ve caydırıcı gücünü gören İsrail yönetimi, insan haklarını ve uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyerek pervasız bir şekilde şiddetli ve orantısız bir karşılık verdi. Bu topyekun saldırının da sorunu çözemeyeceğini gören İsrail bir “karşı taraf”ın varlığını kabul etmek zorunda kalacaktır. Caydırıcılığın etkilerinden biri olarak Filistin topraklarına yönelik Yahudi göçünün en azından azalması beklenmeli.

İkinci olarak, HAMAS operasyonu sonrasındaki İsrail karşı saldırıları, Ortadoğu’daki normalleşme sürecini akamete uğrattı. Arap devletlerindeki yönetimler, Arap sokaklarından yükselen İsrail karşıtı tepkilere kayıtsız kalamazlar. Arap halkları, eğer gerekli tedbirleri almazlarsa, ki alamayacaklardır, normalleşme sürecinin sona erdirilmesi yönünde kendi yönetimlerine baskı uygulayacaklardır. Öte yandan, İsrail’e verdikleri koşulsuz destek Batılı devletlerin bölgedeki normalleşme sürecinden rahatsız olduklarını göstermektedir. Yüz elli yıldır bölgedeki tüm gelişmeleri kontrol etmeye çalışan Batılı devletler, bölge devletlerinin bağımsız siyaset yapmalarını ve bölgeye siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma hamlelerinin başarılı olmasını istememektedirler. Çünkü bölgede siyasi karışıklık ve fakirlik devam ettiği sürece bölge ülkeleri Batılı devletlere bağımlı kalmaya devam edecektir.

Üçüncü olarak, İsrail’in Filistin halkına ve İslam’ın ve insanlığın değerlerine ve sembollerine yönelik bu pervasız saldırıları tüm Müslüman kesimlerini bir araya getirdi ve geçici de olsa Sünni-Şii gerginliğini ortadan kaldırdı. Mesela, İsrail’in kitle katliamları üzerine toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısına katılan Suudi ve İranlı bakanlar, ayrıca konuyu kendi aralarında istişare edip ortak tavır belirlemeye çalıştılar. Arap isyanları ve devrimleri sonrası, süreçte keskin bir biçimde yaşanan Sünni-Şii çatışması özellikle Mescid-i Aksa’ya ve Müslüman Filistin halkına yönelik saldırılar karşısında ikinci plana itildi.

Dördüncü olarak, son İsrail saldırıları dünya kamuoyunu keskin bir şekilde cephelere ayırmıştır. Bu gelişmeler karşısında hemen tüm Batılı devletler, İsrail’e yalnız olmadığını ve tüm imkanlarıyla İsrail’in yanında olduğunu söyleyerek yanlı tutumlarını ilan etmelerine karşılık, Hindistan hariç hemen bütün Batı dışı ülkeler, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunarak, daha dengeli ve daha tarafsız açıklamalar yaptılar. Filistin-İsrail sorunu, son dönemde oldukça belirgin bir hâl alan Batı ile Batı dışı dünyalar arasındaki gerilimi arttıran en önemli konulardan biridir. Bu gidişle, İsrail’in yayılmacı ve orantısız şiddet politikaları ile insan hakları ihlalleri, Batılı devletlere giderek daha fazla maliyet üretecektir.

HAMAS operasyonunun ilk saatlerinden itibaren İsrail’e destek açıklamaları yapan Batılı devletler; askeri, siyasi, ekonomik, akademik ve medyatik imkanlarını seferber etmeye hazır olduklarını ifade ettiler. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi hiçbir büyük Batılı devlet Filistinlilere yönelik gerçekleştirilen kitlesel katliamlardan İsrail hükümetini sorumlu tutmadı. Ancak, sürekli HAMAS’ı hedef tahtasına koymak isteyen İsrail ve Batılı destekçileri, çok iyi biliyorlar ki İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddeti HAMAS ile başlamadı. Batı, yaklaşık yüz yıllık bir süreden beri Filistinlilere her türlü mağduriyeti yaşatan İsrail’in tek yanlı ve baskıcı politikalarının arkasında durmuştur. Bundan dolayı, İsrail’in yanında Batılı devletler de bugün Filistinlilerin maruz kaldığı bütün bu zulümden ve Filistin topraklarında işlenen suçlardan eşit derecede sorumludur.

Beşinci olarak, İsrail’e verdikleri koşulsuz destek dolayısıyla, Batılı devletler İsrail’in Filistin topraklarında işlediği suçların cezasını az ya da çok çekeceklerdir. Bir kere, Batılılar dünyanın geri kalanına karşı ahlaki söylem üstünlüklerini büyük ölçüde kaybettiler. Batının, bir türlü normal bir devlet gibi davranmak istemeyen İsrail’e desteği devam ettiği sürece kimseye karşı evrensel ahlaki değerler, uluslararası normlar ve uluslararası hukukun ilkelerini ileri süremez.

Ayrıca, Batının siyasal söylemi ile sahada uygulanan politikası arasındaki çelişkiler, Batının güvenilmez bir güç olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı, Batı dışı devletler Batının politikalarını takip etmek istemezler. Mesela, dünyanın büyük çoğunluğu Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Batılı ülkelerle aynı noktada buluşamadı. Filistin’de işgale karşı çıkmayan devletlerin Ukrayna’da işgale karşı çıktıklarını iddia etmenin diğer aktörler nezdinde pek bir hükmü olmuyor. Her iki yerdeki farklı tutumun, farklı çıkar beklentilerinin bir sonucu olduğunu herkes takdir etmektedir.

Altıncı olarak, Batılı devletlerin Müslüman Filistinlilere yönelik katliamlara ve İslam dininin sembollerine yönelik saldırılara destek vermesi, Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını çok daha fazla arttıracaktır. Müslüman ülkelerin caydırıcı güçlerinin artması ve Batı dışı güçlerin uluslararası güç dengelerindeki yükselişi ile birlikte Batı karşıtlığının Batıya maliyeti giderek artacaktır. Bu son gelişmelerden sonra, Ortadoğu’dan çekildiği düşünülen ABD, İsrail tarafından yeniden Ortadoğu bölgesine çekildi. Amerikan savaş gemilerinin bölgeye yönlendirilmesi, ABD için birincil küresel tehdit kaynağının Ortadoğu olduğu anlamına gelir.

Yedinci olarak, Batının İsrail’e verdiği koşulsuz destek ve Batıda yükselen İslam düşmanlığı birlikte düşünüldüğünde İsrail’in Batıyı Müslüman devletler ve halklarla bir “yıpratma savaşı”na soktuğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki medeniyetler arasındaki çatışmaları artıracak olan bu bir “kaybet-kaybet savaşı” olacaktır. Yeni dönemde Müslüman ülkeler artık Batılı devletleri bölgesel krizlerde arabulucu olarak kabul etmeyeceklerdir. Mesela, yakın zamanda İspanya’nın Granada kentinde yapılması düşünülen Azerbaycan-Ermenistan barış görüşmeleri, Azerbaycan’ın Fransa’nın arabuluculuk sıfatını kabul etmediği için yapılamadı. Farklı bir örnek olarak, Batılı bir devlet değil Çin, Ortadoğu’nun en etkili iki devleti olan İran ile Suudi Arabistan arasında arabuluculuk yaptı.

Sonuç olarak denilebilir ki İsrail’in Filistinli Müslümanlara yönelik orantısız güç kullanımı ve baskıcı politikaları devam ettiği sürece ne Ortadoğu siyaseti normalleşebilir ne de uluslararası sistemdeki tıkanıklık giderilebilir. Uluslararası normların, uluslararası kurumların kararlarının ve uluslararası hukukun ilkelerinin etkili kılınması için İsrail’in tek yanlı ve saldırgan siyasetinin terk edilmesi ve Batının da İsrail’e verdiği açık çeki geri alması gerekmektedir.

4. VİCDANLI İNSANLAR İÇİN -ZEMİNİ KAYBETMEDEN- DAVET DİLİ GELİŞTİRMELİYİZ.

GİRİŞ

Sadi Şirazi “Yanlış üslup doğru sözün celladıdır” der. Her şeyi, her konuyu her mevzuyu bilmenin yeterli olmadığı, aynı zamanda bunu nasıl ifade edeceğimizde, bu hususta nasıl eylem gerçekleştireceğimiz ve kapsamının neler olacağı hakkında da bilinçli ve şuur sahibi olmamızın bugünlerde gerekliliğini daha çok hissediyoruz. Gelin görün ki, sadece ve sadece doğruyu söylemek yetmiyor; doğruyu, eğip bükmeden olduğu gibi bize intikal ettiği haliyle dosdoğru bir şekilde söylemek gerekiyor. Misal maddi sıkıntı içinde olduğunu bildiğimiz bir dostumuzun yanına varıp, ‘ya ne düşünüp duruyorsun dünyada ölümden başka her şeyin çaresi var. Sıkıntın para değil mi?’ dedikten sonra önüne bir deste para fırlatsak. Muhakkak ki paranın maddi değerinden bir şey eksilmez. Lakin dostumuzun gözünde o para tüm ehemmiyetini kaybeder. Maddi değeri olan şeyleri verirken de muhatabına verdiğimiz değeri esirgediğimizde maalesef kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimini akıllara getirmiş oluyoruz. Bazen hayatta başımıza geliyor. Göstereceğimiz hassasiyeti hak etmek şöyle dursun. Bize sürekli misliyle muamele eden muhataplarımızda olmuyor değil. İşte burada da hep sohbet ortamlarında hocalarımızın anlattığı kıssa müracaat yerimiz oluyor. Hz. Musa kendisine peygamberlik görevi verildikten sonra kardeşi Hz. Harun’la birlikte Firavuna gitmek için görevlendirildiğinde kullanacağı dil konusunda şu uyarıya muhatap olur: “Firavun’a gidin. Doğrusu o haddi aşmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ya da (daha ileri gitmekten) çekinir. (Taha Suresi, 43-44) Yine Hz. Peygamber’e de (sav) “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmran, 3/159.) dediğini öğreniyoruz. Vahye muhatap olan peygamberlerin yine vahiyle iletişimde güzel dil ve yumuşak üslupla tembihlenmeleri bizim için de önemli bir ilkeye tekabül etmektedir.

Görülüyor ki, Firavun gibi haddi aşan bir kişiye bile tebliğ yaparken, kırıp dökmeyen sarıp sarmalayan bir dil kullanmamız telkin ediliyor. O halde gündelik hayatımızda eşimizden, dostumuzdan, iş arkadaşımızdan ne bileyim işte bir çoğumuzun görev aldığı STK’larımızdaki gönüllülerimizden, ilgilendiğimiz gençlerimizden niye bahsi geçen nezaket dilini esirgiyoruz. Zira bunun savunulacak bir tarafı bulunmamaktadır.

Davet Dilimizi Belirlemeden Önce Dava Adamı Olmalıyız.

Pekala Dava Adamı Kimdir?

Dava adamı, imkânına göre değil imanına göre hareket eden adamdır. İslâm davası tarihin birçok döneminde ve şu anda olduğu gibi zorluklar, sıkıntılar ile tanışmıştır. Geçmişte Nuh, Hud, İsa Aleyhimu’s Selam, Mekke Dönemi’nde Allah Rasulü ve Ashabı, Ashabı Uhdud, Ashabı Kehf örnekleri ve bugün Arakan, Suriye, Filistin, Türkistan gibi örneklerde olduğu gibi imkânlar yetersiz hatta yok denecek kadar az olabilir. Bu vakıalar dava adamının davasını taşımasına etki etmemelidir. Önemli olan imkânlara göre hareket etmek değil imana göre hareket etmektir. Bütün nebi, rasul ve onların yolunu takip eden ashabları imkânlarıyla değil imanlarıyla hareket ederek her zaman imkânlarının üzerinde işlere Allah’ın izni ile muvaffak olmuşlardır.

Bu konuda güzel bir örnek Abdullah İbni Mektum RadiyAllahu Anh’dır. Katâde b. Enes anlatıyor: “Abdullah b. Ümmü Mektum Kadisiye’de savaşıyordu. Elinde siyah bir sancak, üzerinde çok sağlam bir zırh vardı. Savaşın şiddetlendiğini fark edince yıllardır özlemle beklediği şehadet anının yaklaştığını anladı. Çevresinde bulunan arkadaşlarına: Sancağı bana verin ben körüm, bir yere kaçamam, dedi. Sahabenin şahadeti arzuladığını anlayan komutanlar isteğini kabul edip İslâm ordusunun sancağını ona verildi. Farsların karşısına dikilerek ön saflarda savaşmaya başladı. Etraf cehennem yerinden farksızdı. Ok ve mızraklar havada uçuşuyor, nara ve feryatlar yer ve göğü inletiyordu. Başlar gövdelerden ayrılıyor, kol ve bacaklar bir taraflara uçuyordu. Sahabe bütün bunlara aldırmadan İslâm sancağını en ötelere taşımak için çırpınıyordu. Derken havada uçan oklar vücuduna saplandı, sonra kılıç darbeleri… Takvimler hicretin 15. yılını gösterirken o tarihe Kadisiye şehidi olarak not düşülüyordu.” Ümmü Mektum imkânlarına göre değil imanına göre davasına gönül vermiş ve davası için imkânlarının üzerinde işler ile Rabbini razı etmiştir.

Dava Adamı Olduktan Sonra, Sırada; Cihanşümul Düşünüp, Cihanşümul İnsan Yetiştirmek Var

Müslümanlar olarak İslâm’ın ilk gününden itibaren başlatılmış olan cihanşümûl düşünme biçimimizi kaybetmemeli veya onu kaybettiğimiz yerden yakalayıp yeniden yaşanır hale getirmeliyiz. İhtilaflarımızdan rahmet hâsıl olabilmesi için, tezimizi en güzel bir biçimde savunmalıyız. Buradaki “ahsen” çok geniş bir anlamı ihtiva etmektedir. Zira, “hasen, ahsen, ihsan, muhsin” kelimeleri aynı zamanda, güzel olanı güzel bir şekilde sunmayı, ihsan etmeyi yani insanların yararlanabileceği bir tarza dönüştürmeyi vurgulamaktadır. Allah insanlara hayatı en güzel bir biçimde ihsan ettiyse, bizler de aynı yöntemi benimsemek zorundayız.

Davet Dilimizi Kullanırken Sözü Nasıl Söylemeliyiz?

Toprağın suya iştiyakından kavidir, kulakların, sadaka hükmüne geçecek, yüreklere su serpecek, ruhları şad edecek güzel sözlere hasreti. Öyle bir söz söylemeli ki imha değil, ihya etsin. Söyleyeni de dinleyeni de yüceltsin. Kesafetten letafete yükseltsin. Bir söz ki Kur’an ve sünnetin hayat bahşeden nefesindan esintiler getirsin. Bir söz ki tevhit şuuruyla söylensin. Bir söz ki vicdanın sesi, tefekkürün ürünü olsun. Bir söz ki kutsi manaları ve ulvi hakikatleri duyursun. Bir söz ki kalpleri tarumar değil, imar eylesin.

Tebliği ve Davet Dilimizi, Muhataplarımızın Bilgi Seviyelerini Gözeterek Belirlemeliyiz

Sonuç olarak dini makul bir şekilde yaşamanın yolu, asırlardan beri Müslümanların hayatını taşıyan dili, yani ilimlerimizin ıstılahlarını, keşf üzerinden inkişaf ettirmeye bağlıdır. Bunu yaparken tabii ki insanların hâllerini dikkate almak ve onlara “akıllarının elverdiği gibi ve kadar” yani onların bilgi seviyelerini dikkate alarak hitap etmek gereklidir. Daha önceki ulemanın yaptığı gibi, hayatı araştırma mevzusu yaparak kendilerinden önce yapılanlarla iktifa etmeyip onları tekrar etmeden tahkik ederek inkişaf ettirmek; bunu yaparken de, gerektiğinde ve gerektiği kadar bütün bir insanlığın maarifinden istifade etmek hem bir imkân hem de bir mecburiyet olarak zuhur etmektedir.

Davet ve Tebliğimizi Nasıl Sağlıklı Bir Zemine Kavuşturabiliriz?

Müslümanlar başta Batı ülkelerinde olmak üzere tüm dünyada sürekli savunma yapmak durumunda bırakılıyorlar. Gayrimüslimler tüm Müslümanları potansiyel suçlu görürken, biz de kendi içimizde birbirimizi aynı şekilde potansiyel suçlu ilan ediyoruz. Bu durum savunma yapmayı sürekli dayatıyor; herkes suçlu ararken diğerine parmağıyla işaret ediyor. Süreç bizi böyle bir üsluba yönlendiriyor. Bizim bunu toptan reddetmemiz gerekiyor. Bütün Müslümanlar olarak biz asla ve asla savunmacı olmak zorunda değiliz. Bizim dinimiz hak dindir. Son dindir. Kıyamete kadar bakidir. Hiçbir biçimde bu inancımızdan taviz vermek durumunda değiliz. Biz asla ve asla kimseye kökten karşı değiliz, kimseye sürekli bir karşıtlık üretmedik. Tam tersine biz tüm insanlığı kuşatan ümmet-i davet ve ümmet-i icabet ifadelerini esas alırız. Tüm insanlık Hz. Muhammed’in davetine icabet edenler ve henüz icabet etmemiş olanlardan oluşur. Bu kadar kapsayıcıyız, İslam’ın hedefinde ne Yahudi ne Hristiyan ne şu ne de bu din mensupları vardır. Bizim böyle kökten karşıtlık gibi bir söylemimiz yoktur. Müslümanlar kendi ayakları üzerinde özgüvenli bir biçimde toptan bu söyleme karşı çıkmalılar. Yoksa davetin ve tebliğin sağlıklı bir zemine kavuşması mümkün olmayacaktır.

5. BOYKOT ÇALIŞMALARI VE SÜREKLİLİĞİ

GİRİŞ

Siyonist İsrail rejiminin Filistin topraklarındaki varlığı boykot tartışmalarını farklı boyutlara taşıdı. Nazi soykırımının ardından Alman ürünlerini ve hatta Almancanın kendisini boykot eden Yahudi toplumu için işler tersine döndü. Bugün İsrail, kendisini boykot etmeye teşvik eden kişilerin ülkeye girişine sınırlamalar koyuyor.

Siyonist rejime destek veren markalar, Filistin yanlısı akademisyenlere, şarkıcılara, sinemacılara ve tanınmış kişilere boykot uyguluyor ve kariyerlerini yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı kişi ve gruplar da İsrail işgal güçlerinin yaptığı haksızlıkları önlemek için çeşitli boykot çağrılarında bulunuyor. Kültürel, akademik ve ekonomik boyutlardaki boykotlar etkili yöntemler ve ses getiriyor. 

İSRAİL’İ BOYKOT NE İŞE YARAR?

Evet yarar, hem de tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde zarara uğrayabilirler. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında yüzlerce insan hayatını kaybederken İsrail’e desteklerini esirgemeyen firmalar açıkça bu durumu paylaşıyor. Merak edenler için hemen kısaca bazılarının isimlerini sayalım. MC Donald’s İsrail ordusuna ücretsiz yemek dağıttı. Starbuks İsrail tarafından Siyonizme sunduğu hizmetler sebebiyle ödüllendirildi. Loreal, İsrail’li kadın askerlere kişisel bakım ürünü bağışladı. Burger King kahraman askerlerimiz diyerek ücretsiz yemek dağıtıyor. Disney 2 milyon dolar bağış yaparken, Carrefour da ücretsiz pek çok paketi İsrail askerlerine ulaştırıyor. Subway, Coca Cola, Puma, Lipton ve daha ekleyemediğimiz birçok marka da desteğini sürdürüyor. Peki biz bu markaları boykot edersek ne olur? Birkaç örnekle açıklamaya çalışalım. 2006’da Danimarka’da yaşanan Hz. Muhammed’in karikatürlerinin yayınlanması olayı sonrası Müslüman ülkeler boykot kararı almıştı. Bu boykot tereyağı, insülin, inşaat malzemeleri ve su pompası gibi pek çok şeyi kapsıyordu. Şirketler Orta Doğu’dan gelen talepteki büyük düşüşten sonra üç fabrikasından yaklaşık yüz kişinin işini sonlandırdı. Avrupa’nın en büyük süt ürünleri şirketi olarak bilinen Arla Foods’un her gün yaklaşık 1,36 milyar dolar maddi zararı oldu.

Yine Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi  BDS’ nin 2013 ve 2014’te Avrupa ülkeleri üzerinden İsrail’e karşı başlattığı boykot kampanyasıyla İsrail’in ekonomisi 6 milyar dolar kaybetti. İngiltere’ deki HSBC Bankası İsrail silah şirketi Elbit Systems’e desteğini geri çekmek zorunda kalmıştı.2020’de Türkiye’nin de aralarında olduğu birçok ülke Fransa’ya karşı başlattığı boykotla tarım ürünlerinden süpermarket zincirlerine, enerjiden moda ve lüks tüketime kadar birçok Fransız şirketin olumsuz etkilenmesini sağladı. Boykotun önemli bir etkisi de ürünler üzerindeki kalıcı zararları. Yani sadece ben boykot etsem ne olacak ki demeyelim. Bu konuda bilinçli olmayı unutmayalım.

İSRAİL’E BOYKOT ÇAĞRISI YAPAN KİM?

Çağrıya dahil olan sendikalar, dernek hareketleri ve siyasî partiler halkımızın üç bileşenini temsil ediyorlar: Filistinli mülteciler, işgal altında yaşayan Filistinliler ve Filistinli İsrail vatandaşları.

PEKİ NE İÇİN?

Filistinlilerin haklarını hiçe saymakta ısrar eden ve 1948’den beri yüzlerce Birleşmiş Milletler kararını çiğneyen İsrail’in uluslararası dokunulmazlığı nedeniyle. Mesele, İsrail’i insancıl hukuka saygı duymaya ikna etmek yahut zorlamak için şiddet içermeyen cezai tedbirler almak ile ilgilidir; insan haklarına saygı gösterin, Filistin halkının işgaline ve zulmüne son verin (demek için). Esasen ekonomik yaptırımdan başka imkânımız yok.

ANCAK İSRAİL BELİRLİ BİR EKONOMİK GÜCE SAHİP, BUNDAN GERÇEKTEN ETKİLENECEK Mİ?

Gazze’ye yapılan vahşi saldırıların ardından İsrailli ihracatçılar, siparişlerinde %20 oranında bir düşüş gördüler. İngiliz Guardian gazetesi, ‘İsrailli şirketler Avrupa’daki boykot eylemlerinden etkileniyor ve anketlere göre İsrail iş sektörü, Gazze’ye yönelik son saldırıların yol açacağı kampanyalardan oldukça endişe duyuyor.’ şeklinde haberler yapıyor.

BOYKOT’UN ZORLUKLARI

Türkiye’de bugüne değin gerçekleşen ve kitlesel nitelik kazanan boykot hareketleri genelde başarısızlıkla sonuçlandı. Bunda boykotun amacının ve yöntemlerinin genelde muğlak olması, reaktif bir nitelik taşıması büyük önem taşıyor. Askeri bir saldırganlığa tepki olarak geliştirilen boykot çağrıları söz konusu olduğu için saldırganlığın dönemsel olarak sona ermesi veya gündemden düşmesi boykotu işlevsiz hale getiriyor.

Boykotlarda ekonomik nitelik ön plana çıksa da kültür bunun ayrılmaz bir parçası. Ekonomik devler, medya ve kültür endüstrisinde hakimiyetini sürdürüyor. Bir giyim markasının veya kozmetik markasının yüzü olan isim, eğer markası siyonist bir görüşe sahipse iptal kültürüne muhatap olabiliyor. Ancak siyonist saldırganlığı mazur gören veya görmezden gelen isimler için ödenecek bedel ya da kaybedilecek menfaat söz konusu olmuyor. Bu nedenle gerek ulusal gerekse uluslararası anlamda istisnalar hariç ünlü isimler siyonist saldırganlık söz konusu olduğunda ciddi bir suskunluk sarmalına giriyor. Aynı isimlerin özellikle Türkiye’de hemen her toplumsal olayda “vicdan” ambalajı ile mesajlar verdiğini ya da destekledikleri siyasi figürleri belli etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadıklarını biliyoruz.

BOYKOT KÜLTÜRÜ NASIL GELİŞECEK VE SÜREKLİLİĞİ NASIL SAĞLANACAK?

Bu soru aslında tüm dünyanın gündeminde. Boykot neredeyse silahsız bir savaş halini aldı. Kitleler seslerini duyurmanın bir yolu, bireyler ise ahlaki pozisyonlarının bir gereği olarak bazen bir ömür boyu boykotlara girişebiliyor. Boykot yapmak kimi zaman tarihi sorumluluğun bir parçası olarak da görülebiliyor. Örnek olarak Nazi geçmişine sahip firmalar özellikle Yahudi Nazi mağdurları tarafından ömür boyu yokluğa mahkum ediliyor ve bu firmalar geçmişte ortak oldukları insanlık suçları için tazminat ödeseler dahi boykota muhatap olmaktan kurtulamıyorlar.

Boykotu başarıya ulaştıran unsurlardan birisi kolektif olması. Bir kahve zinciri bir arkadaş grubu tarafından boykot edilirse hem başarısı hem de sürdürülebilirliği artıyor. Kısa vadede sonuç getiren boykotlar da kitlelerin motivasyonunu artırıyor. Boykot karşıtlarının getirdiği temel argümanlardan biri, boykot edilen firmaların yerel ekonomiye sağladığı katkı. Sureti haktan görünen bu karşı çıkış aslında temel olarak özellikle Batı’nın ikiyüzlülüğünden ibaret. Ukrayna-Rusya savaşında Rusya’ya karşı yaptırımlar marifetiyle uygulanan tecrit, sadece birçok insanın işsiz kalmasına yol açmakla kalmayıp aynı zamanda yedek parça temini nedeniyle yaşanılan kazaların artma riskini de beraberinde getirdi. Bu nedenle uluslararası bağlantılara sahip ticari yapıların siyonizmi açık veya örtülü olarak desteklemeye devam etmek için dolaylı yöntemler geliştirmek yerine tüketicileriyle samimi bir iletişim ortamı kurmaları gerekiyor. Markalar kendilerine yöneltilen eleştirileri ya göstermelik bir sosyal sorumluluk projesiyle tüketicilerin gönlünü almaya çalışarak ya da ciddi meblağlarda ödeme yaptıkları dijital etki alanlarıyla etkisi hale getirmeye çalışıyor. Kısa vadede başarılı gibi görünen bu çabalar bir süre sonra yetersiz kalmaya mahkum.

  • Türkiye özelinde boykotun bir dikkati çekme ve gürültü çıkarma aracındansa stratejik amaçlara yönelik araç olarak konumlanmasında fayda var.
  • Bunun için kavramsal altyapı, kültürel kodlara uyumluluk, ekonomik gerçekliklerle paralellik gibi unsurlar öne çıkıyor.
  • Elbette her bireyin kendi vicdanı için oluşturacağı bir boykot listesi olabilir ama kitlesel boykotlar için mutlaka uzun vadeli yol haritası, iletişim planı ve stratejiler belirlenmeli. Kitlesel katılımın sağlandığı boykot kampanyaları bugün dünyanın en büyük devletlerinden Hindistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) kuruluşuna vesile oldu.
  • Bu yönüyle boykotun önemli bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Diğer taraftan eğer nihai amaç onaylamadığımız davranışları sergileyen kişi ve kurumları etkisiz hale getirmekse bunu akılcı alternatiflerle sağlayabiliriz.
  • Nitekim Türk savunma sanayisi de tecrit yöntemiyle kendisini hedef alan saldırgan boykotların sonucu bugünlere erişti. Dostoyevski’yi bile boykot etmekten çekinmeyen çıldırmış bir dünyada boykot sadece ekonomik ve sosyal boyutlarıyla değil, psikolojik yönüyle de sağaltıcı bir etkiye sahip. Kötülerden ve kötülüklerden uzak durmak, insanları, toplumları ve nihayetinde dünyayı kısa, orta ve uzun vadede düzeltme potansiyeline sahip.
  • Markaların küresel iddialara sahip olduğu dünyada tüketicilerin de ortak hassasiyetlerde birleşerek baskı oluşturması, reklam veren kimliği ile medya üzerinde baskı kuran tröstler için de bir dizginleme imkanı sunacaktır.
  • Boykotların, sulandırılmadan, vakur şekilde hayata geçirilmesi, kişisel amaçlardan arındırılması, amaç ve yöntem olarak ahlaki zeminden uzaklaşmaması gerekiyor.
  • Diğer önemli bir nokta ise boykot listelerinin güvenilir kaynaklardan alınması, gerekçelendirilmesi ve önceliklendirilmesi. Pratikte karşılığı olmadığı halde harcanan boykot enerjisi kısa süre içinde yılgınlığa yol açarak gerçek tepkilerin önünde bir set olmaya başlıyor.

Tüm bu boykot manzarasından ortaya çıkan resim, ortaya konulan rezervlere rağmen çok kıymetli. Birçok marka ve kurum, yaptığı ve yapmadığı her hareketin, attığı veya atmadığı her adımın kaydedildiğini ve bir bedeli olacağı düşüncesini hesaba katıyor. Önümüzdeki dönemde şirket ve itibar değerlendirmelerinde Birleşmiş Milletler (BM) küresel hedeflerinin şirket faaliyet raporlarında yer alan boykot karneleri de performans göstergeleri arasına girebilir. Daha adil bir dünyaya ulaşmak için boykot önemli bir güç. Ancak bu gücün daha keskin hale gelmesi için alacağımız yol uzun. Uzun vadeli, sürdürülebilir ve mümkün olan en geniş tabanla geliştirilecek boykot stratejileri sadece Filistin’i değil, markalar karşısında edilgen durumda olan tüketicileri ve kültür endüstrisi karşısında izleyici konumunda olan bizleri de birer aktöre dönüştürecek.

6. SOSYAL MEDYA VE İÇERİK ÜRETME & HER YAŞ GURUBU İÇİN BİLİNÇLENDİRME ÇABALARI

Filistin’de son yaşanan gelişmelerde geleneksel medyanın yerini dijital medyaya bırakmasıyla çekilen videoların direkt kitlelere düştüğünü ve arada sansürcülerin olmadığını belirten USMED Başkanı Said Ercan, yapılan soykırımdan rahatsız olunduğuna dair içerik üretmenin ve rahatsız etmenin önemli olduğunu dile getirdi.

HAMAS’ın silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları tarafından 7 Ekim tarihinde işgalci Siyonistlere karşı başlatılan Aksa Tufanı operasyonu devam ederken işgal rejimi yanlısı medya da iftira dolu asparagas haberlerini hız kesmeden sürdürüyor.

İşgal rejimi, batılı geleneksel medyasının da desteğini arkasına alarak dezenformatif haberlerle insanlığı kandırmaya çalışırken; dijital medyada ise tüm sansür çalışmalarına rağmen hakikatler tüm dünya halklarına ulaşıyor.

İşgal rejiminin yaptığı soykırımı gören dünya halkları, sokaklara dökülerek tepkisini vermeye devam ediyor

USMED Başkanı Said Ercan “Medyanın meşhur görseli var ya; ağlayan bir tane israilli çocuğu gösteriyor da arkadaki yüzlerce hayatını kaybeden çocuğu göstermiyor. BBC, Newyork Times, FOX, CNN ve diğerleri hepsi bugüne kadar vahşetten yana tavır aldılar. Burada bir şey değişti, burada sosyal medya ile beraber orada çekilen video direkt bize düştü; arada kimse yoktu, arada sansürcüler, gizleyiciler yoktu artık. Şunu gördük, dünya gördü biz zaten biliyorduk ama Amerikalı birden şoka girdi; kendi devletlerinin bir katilin yanında durması ve onun bombalarına finansör olmasını Amerikalılar, Avrupalılar hazmedemedi.” dedi.

“Artık dünya gerçekleri görüyor; bu çocuklar cennete giderken dünyamızın nasıl cehenneme döndüğünü de bize gösterdiler”

Dünya halklarının uyanışa geçtiğine değinen Ercan, “Hatırlarsanız Rachel Corrie ne demişti, 16 Mart 2003’te İsrail, bir doktorun evini yıkmasın diye dozer canlı yayında üzerinden geçmişti. Amerika Rachel Corrie’nin hesabını sormadı, Furkan Doğan’ın da hesabını sormadı. Şu anda Amerikalılar; zulüm bizdense ben bizden değilim diyen Rachel Corrie’yi yeniden tanıyorlar. Amerikalılar aslında kendilerinin özgür olmadığını, Filistinlilerin yüreğinin özgür olduğunun yeni farkına vardılar. Kendi ruhlarının tutsak olduğunun yeni farkına vardılar. Dünya yeniden uyanıyor. Netenyahu, ‘Ortadoğu’yu değiştireceğim’ demişti ama farkında olmadan kader planı böyledir dünyayı değiştirdi. Artık dünya gerçekleri görüyor; bu çocuklar cennete giderken dünyamızın nasıl cehenneme döndüğünü de bize gösterdiler. Dünya halkları yeniden özgürlüğünü istiyor. Bakın; Güney Amerika, İspanya, Endonezya’da hatta Londra’da milyonluk yürüyüşler var. İnsanlar Müslümanlarla yanyana durmayı öğrendiler. Yanyana durduğu adamın terörist olmadığını öğrendi. Yanyana durduğu adamın kendisi gibi bir insan olduğunu öğrendi ve bu uyanışın çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bu manada dünyada yeniden bir insanlık tarihinin yazılacağına inanıyorum. Önce İslamlık kazandı, insanlık kazandı ve insanlar Kur’an’a koşuyor. Bugün Amerikalı fenomenler Müslüman oluyorlar.” değerlendirmesinde bulundu.

“Mümkün mertebe herkesi rahatsız edelim”

Türkiye medyasının ve sosyal medya kullanıcılarının bilinçli olduğunu dile getiren Ercan, “Türkçeden ziyade mümkün mertebe İngilizce etiket ve içeriklerle ve diğer diller; İspanyolca, Fransızca hatta belki Arapça… Çünkü Arap Dünyasında bugün Suudi Arabistan batıdan daha çok uyuyor. Bugün Birleşik Arap Emirlikleri’nden falan hiç ses yok. Gidin Dubai’ye hayat devam ediyor, Riyad’da gençlik festivalinde cadılar bayramı kutlanıyor. Demek ki biz Arapları da en azından halkları da uyandırmamız lazım. Medyalarında çok ciddi bir sansür var. Bu manada diğer diller de dünyanın etkin insanlarına rahatsızlığı gösterecek, tepki vermeyi gösterecek paylaşım yapılmalı. Bakın bugün ne oldu; Elon Musk Twitter ile beraber bazı markalar reklam vermeyi durdurdu. Elon Musk; ‘benim Twittera vediğim para değeri değildi, düşünce özgürlüğünün değeriydi’ diyor. Twitter şu anda sansürü en az uygulayan sosyal ağ ama diğerleri Zuckerberg’in şirketleri olan İnstagram, Facebook ve diğerleri çok ciddi bir sansür uyguluyor. O zaman ne yapacağız; Telegram’dan diğer platformlardan mümkün mertebe özellikle yurtdışındaki arkadaşlarımıza içerikler üreterek göndereceğiz. Yapay zekayı kullanarak içerikler oluşturabiliriz. Bize zaten videolar geliyor, mümkün mertebe herkesi rahatsız edelim. Ali Şeriati, ‘sizi rahatsız etmeye geldim’ diyor ya bizim de rahatsız olduğumuzu ve rahatsız etmemizi önemli buluyorum.” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Vejdi Bilgin Dîni Davette Dijital Teknoloji başlıklı makalesinde şu tespitlerde bulunuyor.

Dijital teknolojinin toplumumuzun ve İslâm dünyasının problemleri konusunda bizi daha bilinçli yaptığı doğrudur. Genelde genç nesle yönelik olarak, Müslüman coğrafyanın dertlerine kayıtsızlık şeklindeki bir suçlamanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Zira dindar gençlerin sosyal medya hesaplarında, diğer gençlerden farklı olarak sürekli Filistin, Arakan, Doğu Türkistan, Suriye vb. problemli yerlerin görüntüleri akıyor; zulüm gören, acı çeken, şehit olan kişilerin fotoğrafları yer alıyor. Bugün sosyal medyayı aktif olarak kullanan bir gencin, Nuri Pakdil’in “Kudüs şairi” olduğunu bilmeme ihtimali düşüktür. Ancak bu kişilerin kaç tanesinin evinde Pakdil’in Anneler ve Kudüsler isimli şiir kitabı vardır? İşte problem tam da burada kendini gösteriyor: Bize sunulan bilgi dijital teknolojinin doğası itibariyle derinliğine inceleme imkânı vermeyen, yüzeysel, anlık tatmin sağlayan ve pek çok kez de yanlış malumatlardır.

KAYNAKÇA

  1. Muhittin Ataman / Filistin-İsrail Sorunundaki Son Gelişmelerin Bölgesel ve Küresel Etkileri Kasım 2023 / KRITER 84 
  2. Halil İbrahim İzgi, Gazeteci, Görüş-Yükselen Sivil Güç: Boykot Analizi, Anadolu Ajansı, 09.11.2023.
  3. Kübra Akçelik, İsrail’i Boykot Ne İşe Yarar? Analizi, GZT. JURNAL.İST. 24.10.2023.
  4. Firdevs YİĞİT, İsrail’i Boykot Mümkün mü? Analizi , GZT, MECRA, 25.10.2023.
  5. Ali TARHAN, Said ERCAN Röportajı, İlke Haber Ajansı Basın Yayın Sanayi Ticaret A.Ş. İLKHA, 22.11.2023.
  6. Prof. Dr. Vejdi Bilgin, Teknolojiyle Davet mi Yoksa Teknolojiye Davet mi? Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2020/13 Sayı.
  7. Diyanet Aylık Dergisi, Din ve Dil Üzerine Prof. Dr. Tahsin GÖRGÜN.  Sayı: 330. Haziran, 2018.
  8. Diyanet Aylık Dergisi, Beri Gelsin Söz Edebini Bilen, Hikmetle Kelam Eden! Doç. Dr. Ülfet GÖRGÜLÜ. Sayı: 330. Haziran, 2018.
  9. Diyanet Aylık Dergisi,  Prof. Dr. Mürteza Bedir: “Yeni şeyler söyleyebilmemiz, yeni bir üslup üretebilmemiz için evvela geleneği bilmemiz gerekiyor.” Kamil BÜYÜKER. Sayı: 330. Haziran, 2018.
  10. Umran Dergisi, Din Dili-Davet Dili-İhtilaf Dili, Abdullah YILDIZ. Sayı: 271. Mart 2017.
  11. Köklü Değişim Dergisi, Davanın Önemi Ve Dava Adamının Özellikleri, Musa Bayoğlu. Sayı: 141. Haziran 2017.